Edebiyatın Şiddet Dolu Aykırı Yüzü

Yer altı edebiyatını seviyor musunuz?

Ya da hiç okumadınız ama merak mı ediyorsunuz?

Aykırı, her zaman eleştirel, gerçek ve hayalin birbirine karıştığı o ince çizgide dolaşan, sıra dışı, küfürbaz, şiddetin alkolün ve cinselliğin sıradan olduğu romanlar mı seviyorsanız?

İşte o zaman siz bir yer altı edebiyatı seversiniz diyebiliriz. 

Köklerinin Marquis de Sade’ye kadar dayandığı düşünülen yer altı edebiyatı türünün en kült ve popüler kitabı olan Otomatik Portakal sizi kendi, sıra dışı, şiddet dolu bir o kadar da sorgulayıcı dünyasına götüren çok farklı bir roman. Anthony Burgess’ın en iyi kitabı diyebileceğimiz bu kitabı çok uzun zaman önce okumuştum. İlk okuduğumda bende birbirinden farklı ve çelişkili duygular oluşturmuştu. Yani kitabı sevdiğim kadar nefret ettiğimi bile söyleyebilirdim.

Aradan geçen bir çok yıl üstüne yeniden okuma planlarımı gerçekleştirdikten sonra ilk seferde hissettiğim zaman zaman tiksinti zaman zaman acıma hissini yeniden yaşadım.

Kitabın etkisi ciddi olarak çok ilginç. Çünkü okurken birbirinden farklı duyguları yaşıyorsunuz. Bir bakmışsınız nefret ederken bir bakmışsınız acıma ve üzüntü hislerinin içinde boğuluyorsunuz. Bu açıdan Burgess sizi bir çok uç duyguda tutmayı başarıyor.

Bunun yanı sıra kitabın aynı zamanda şaheser bir filmi de bulunuyor. Genellikle film yerine kitabı seven biriyim ama şunu da söylemeliyim ki filmi de kitabı kadar etkileyici. Stanley Kubrick kitabı görsel bir şölene çevirmiş diyebilirim.

Bana göre, yer altı edebiyatının en önemli kitaplardan biri olan Otomatik Portakal okunması ciddi anlamda zor bir kitap. Çünkü iyi kahramanlara alışmış bizler için kötülüğü sanat haline getirmiş anti kahramanımız Alex ciddi anlamda antipatimizi kazanma yetisine sahip bir karakter.

"Doğruyu görür, onaylar ama yanlışı yaparım." (Alex'in sözleri ile bu seçimini biraz olsun anlatmak istedim.)

Bu kısımdan sonrası biraz spoiler içerir. Bu sebeple isterseniz devam etmeyebilirsiniz.

Kitabımız, distopik bir dünyada Alex ve çetesinin hikâyesini anlatıyor. Kitabın asıl kahramanı olan Alex’in yanında isimleri Dim, Georgie ve Pete olmak üzere üç arkadaşı vardır. Okuyucu kitabı Alex’in ağzından okumaktadır.

Alex ve çetesi kötülüğü ve kötü olmayı seçmişlerdir. Şiddet eğilimli yapıları ile hırsızlık, gasp gibi suçlar işlemektedirler. Ancak şiddet eğilimlerinin boyutu öyle yüksektir ki tecavüze, öldürmeye kadar gitmektedir.

Bir dizi suç olayı sonunda yakalanan çete, devletin ‘Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma’ projesinde yer almayı kabul ederler. ‘Ludavico’ isimli bir çalışmada kobay olacaklardır ve bu proje sonunda ise kişilikleri düzeltilecektir. Bundan sonra şiddettin kaynağı olan Alex ve arkadaşları şiddetin mağduru olmaya başlarlar.

Bu çalışmanın seanslarında Alex, fiziki işkenceler dâhil olmak üzere birçok yöntemle şiddetten tiksinecek hale getirilir. Proje sonunda iyileştiği öne sürülerek serbest bırakılan ve geçmişte kötülüğü kendi seçmiş Alex artık şiddeti düşündüğünde kusan bir kurban ve hatta bir kukla olmuştur.

Kitabı okurken ilk bölümünde nefret duygularımı uyandıran Alex'in ikinci bölümde nerede ise haline acıyacağımı düşünmemiştim açıkçası. Ancak yazarın bu iki farklı durumu yaratması yani ilk bölümdeki nefreti acımaya çevirmesi açısından etkileyici bir kurgu diyebilirim. Nefret - acıma döngüsünde yazar okuyucuya pişman olmuş bir suçlunun affedilip affedilmemesi durumunu da başarılı bir şekilde düşündürüyor. Suçlu biri yaptığından pişman olmuş ise ve bir daha bu suçu işlemeyeceği düşünülüyorsa geçmiş suçları affedilmeli midir? Ben bunu düşündüğümde açıkçası bu kadar yüce gönüllü olmadığıma kanaat getirdiğimi de itiraf etmek istiyorum.

Kitapta fark edilenin çok üstünde bir toplumsal eleştiri bulunmaktadır. Ancak Burgess bunu öyle sert bir üslupla yapıyor ki okurken rahatsızlık duyacak ve hatta nerede ise kitabı bıraktıracak kadar sert bir üslup. Ancak gene de söylemek isterim ki anlatılan şiddet sahnelerinin dili ne kadar sert olsa da kitabın atmosferine çok iyi uymakta.

Ayrıca bir de kitabın kendine özgü bir jargonu var (Alex ve arkadaşlarının konuşması), tercüme sırasında bu etkisini biraz azaltsa da kişiyi etkilemekten geri durmuyor. Bu açıdan da Burgess iletişimsizliğe farklı bir bakış açısı getirmiş de diyebiliriz.

Kitabın yarattığı distopik dünya, kullandığı dil ile ciddi anlamda sosyal ve toplumsal eleştiriler ile dolu olması, hükümetlerin, insanları bir makine gibi görmesini ve tek tip yapma isteklerini gösteriyor.

Geçmişte yazılmış olmasına rağmen değişen çok şey olmaması ayrı bir konu ayrıca.

Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...

-Anthony Burges

Yorum Ekle veya Yorum Oku

Yorum ekle

Loading

Bumerang - Yazarkafe